29.9.11

DEĞİŞİM RÜZGARLARI

Blogger, şablon tasarımlarında Dynamic Views diye yeni bir şablon geliştirmiş. O kadar hoşuma gitti ki! Lâkin uygulamak için kendimde cesaret bulamadım çünkü yeni tasarımı uygularsam yan kolon tamamen ortadan kalkacak ve oradaki yıllarımın emeğinin gitmesini istemiyorum. Oysaki blogum şöyle;


şöyle;


ya da şöyle;

daha havalı olabilirdi.

Yalnız tasarımın kötü tarafı yalnızca yan kolonu yok etmesi değil. Bir girdi için tüm resimleri aktif hale getirmesi. Yani bir yazıya, o yazıya eklediğiniz resim sayısı kadar çok kanaldan ulaşabilirsiniz. Görsel açıdan iyi ama işlevsel açıdan gereksiz bir çalışma olmuş. Ben de değiştirmek istiyorum... :-(

27.9.11

O ZOMBİ İSE BU NE?




Ben mi yanılıyorum emin değilim ama Lucio Fulci'nin Zombie 2 filminin bir diğer Türkçe afişi.

LUCIO FULCI SÖYLÜYOR: ZOMBİ DEDİLER KIZ VERMEDİLER





1979 tarihli Lucio Fulci filmi Zombie 2, %99 Ölüm adıyla vizyona girmiş. %1'i zombi mi olmuş oluyor bu halde? Ne alaka?..

NİNJANIN GERÇEK SHAOLINLE İMTİHANI

Sonbaharın gelmesiyle birlikte İstanbul’da gerçekleşen etkinlikler ivme kazandı. İvme kazanmak ne demek! Aldı başını gitti resmen. Daha bir bitmeden diğeri başlayan film festivalleri, yalnızca 2 mekanda gerçekleşmesine rağmen gezmesi ve algılaması günler alacak Bienal, o yetmezmiş gibi Bienal’e yancı yazılan onlarca galeri, gece geç saatlerimizi dolduran konserler… Yeterrr! İşimden çıkıp doğrudan eve gitmek istiyorum sevgili organizatörler. Eve gidip, kanepeye uzanıp, hareket etmeden öylece yatmak istiyorum...

Olmuyor! Ben uzansam bile hareketsizliğimi istemdışı bozacak bir şey, her zaman orada beni bekliyor.

Dışarıda köşe bucak kaçmaya çalıştığım etkinlikler, içeride köşe bucak kaçtığım Shaolin. Asosyalin el kitabına da bakamıyorum. Çünkü Shaolin yedi. Shaolin rahipleri gibi uslu olsun diye adını mevzubahis kişiliklerden alan kedimiz Shaolin, bir dakika rahat durmadığı için ekoseden tutun da çeşit çeşit şekillerde icra ettiği “çizgi sanatıyla” vücudumu fethetti. Henüz 3 ayına bile varmamış bu kedi evladı, dışarı çıksam vicdan azabıyla eve dönmeme, evde kalsam yaramazlığının getirdiği sinirle dışarı çıkmama vesile oluyor. Varsın olsun! Bir evlat kolay büyümüyor…


Kediye iyi bağladığım gerçeğiyle suratıma geniş bir sırıtış oturtmuştum. Geçtiğimiz Pazar günü ilk ve bu gidişle son olarak iştirak ettiğim Suç ve Ceza Filmleri Festivali’ne ilgi göstermek istedim ama biletleri kedi yedi, kuma kustu, dağ yandı… Tam da bu sene ilki gerçekleştirilen festival programında iki adet Japon, bir adet Tayland filmi işaretlemiş ve biletleri cukkalamıştım. Pazar günü kapağı (bkz. belin altı arka taraf), Beyoğlu Sineması’nın loş ve uzun salonuna atmış, programda dikkatimi çekmemesine rağmen yönetmenin katılımıyla Hakamada Davası-Hakamada Jiken adlı filmi izlemeye koyulmuştum. O esnada sesini kapatmayı unuttuğum telefonum acı acı çalmaya başladığında, telefondaki numaranın eve ait olduğunu fark etmem birkaç saniye düşünmeme neden oldu. Evde kedimdem başka biri yoktu ve bildiğim kadarıyla kediler telefonda konuşmayı sevmezdi. Şimdi telefonu açsam “Anne beni neden yalnız bıraktın?” nidalarıyla karşılaşabilirdim. İyisi mi sinsice telefonu çantama geri atmalı ve hiçbir şey olmamış gibi filmi izlemeye devam etmeliydim. Olmuyordu. Yapamıyordum. Yavrum orada yapayalnız, aç bilaç “anne anne” (miyüv miyüv diye duyulur) diye inlerken, hiçbir şey yokmuş gibi davranamazdım. Bir anneydim ben bugüne bugün. Bir anne!!! Film bitip de, kariyerine Pinku filmleriyle başlayan yönetmen Banmei Takahashi, perdenin önünde ve mikrofonun arkasında yerini aldığında, “Siz hiç anne oldunuz mu Takahashi Bey? Yavrunuzu geride bırakıp sinemalarda sürttünüz mü acebe?” diyerekten gözyaşlarına boğulmuştum. Eve gitmeliydim. Bir an evvel eve gitmeli, bana ihtiyacı olan yavruma daha fazla ilgi göstermeliydim. Söyleşinin sonunu getiremeden kendimi canhıraş bir vaziyette Beyoğlanı’nın hırçın caddesine attım. Ayaklarım yürümüyor adeta tekerleğe dönmüş dönerek ilerliyordu. Komakine’ye döndüm; “Sen sebep oldun! Vallahî sen sebep oldun!” (Reşat Nuri Güntekin etkisi) dedim…

Komakine, Banmei Takahashi'yi dikizlerken

Öğrenmenin yaşı olmadığı gibi saçmalamanın da yaşı yok. Lâkin yaş ilerledikçe insan daha mânâlı şeyler söylemek istiyor. İstemekle elde etmek! Âh ne kadar da bir araya gelmez iki kelime! (Shakespeare etkisi). Dün akşam yine aynı festivaldeki Tapınaktaki Cinayet-Sop Mai Ngeap ile ardından gelen Koji Wakamatsu’nun Tırtıl-Kyaatapira filmlerine bilet almış idim ki, Shaolin’in dedesinin gelmesiyle birlikte planlarım altüst oldu. Shaolin ve pek kedisever (!) dedesinin ilk karşılaşmasının eşit şartlarda icra edilmesi için tüm akşam Shaolin ile oynamak zorunda kaldığımdan, elimde kedi patisinin izleri çıktı. Numaralandırsam delikleri, kalemle birleştiren oldukça eğlenir herhalde…


Sadede gelelim; yeni dönem etkinlikler bana pek iyi gelmedi.
Son olarak Shaolin’e seslenmek istiyorum: Shaolin! Anana iyi davran kızım! Yemek!..

25.9.11

UZAY CANAVARI







1970 tarihli Gezorah, Ganime, Kameba: Kessen! Nankai no Daikajû yani Yog: Monster From Space'in Türkçe afişi.

24.9.11

UÇAN GODZİLLA GAMERA





Giallofordummies'de de dediğim gibi 5.Beyoğlu Sahaf Festivali'nde bir süredir aradığım posterleri elleyerek alma şansına eriştim. Sanırım bu film, 1980 yapımı Gamera: The Super Monster (宇宙怪獣ガメラ Uchu Kaijū Gamera).

8.9.11

TAKİPTEYİM BEBEĞİM

Türk filmlerinde kadınları arabayla takip etme sorunsalı konulu bir çalışma hazırlamaya karar verdim. Ama Aile Şerefi filminden kırptığım alttaki sahne kadının arabalı erkek tarafından takip edilmesinin ötesinde daha sığ bir amaç içeriyor; Çekim hatası! Bu sefer gif yapamadığım için salak gibi anlatmak zorundayım. Sahnenin en önünde, yani kadrajın altındaki hafif parlak bej renk, aslında kameranın bulunduğu araba belli ki. Sahne boyunca oyuncu kameraya doğru ilerlerken, kamera da aynı hızla geri hareket ediyor ve bunu gizlemek için hiçbir şey yapmadığı için seyirciyi konudan soyutlamakta oldukça başarılı oluyor...                                                                             

Boş işler bunlar...