28.3.09

LUCCA GEZİSİ / ÇİZGİROMAN MÜZESİ / NİNJA PAZARI

Yaklaşık beşinci denememde gitmeyi başardığım Toskana’nın (vadi madi değil) tarihi kenti Lucca’ya hoşgeldiniz.
Turistik merkezlerden hoşlanmayanlar için alternatif olabilecek, çepeçevre surlarını korumayı başarabilmiş-ki aslında başarı falan değil, bilinçli olarak korumuş-Giacomo Puccini’nin doğum yeri ufak bir kent Lucca. Turistik merkezlerden hoşlanmayanlar dediysem, "Lucca turistik değil" demek istemedim. Zira Puccini’nin doğum yeri olması dolayısıyla yeterince turistik olduğu söylenebilir. Aman gene dolandırdım lafı. Diyorum ki, yakındaki Pisa’ya gideceğine buraya git daha iyi! Ha şunu diyeydim (dedim zaten değil mi?)
Tren istasyonu tarafından geldiğinizde, kente San Pietro kapısından görkemli bir giriş yapabilirsiniz. Lakin benim görkemle falan işim olmaz, o yüzden sağa sapıp surun içinden geçerek giriş yapmayı tercih ettim. Laf aramızda surları pek severim. İstanbul’da da bulduğum bazı fırsatlarda sur gezisi yaparım. Burkmadığım ayak, yemediğim dayak kalmamıştır sur civarında (Evet, kafiye beni dürttü, affınıza sığınırım ^_^). Napalım bizim de adrenalimiz böyle oluyor işte. En başta, beşinci denememde buraya vardığımı söylemiştim değil mi? Demek oluyor ki girişi biraz sonraya bırakıp Lucca’ya bir türlü gidememe durumuma, başka deyişle “Aptallığıma doymayayım” vakasına değinmeden olmaz; Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, yeğeninin bile “Partimde ben tavşan olayım, anini (anneanne) kelebek olsun, sen de (ben yani) deve ol” dediği bir Salako-chan (Japon kardeşlerim için Sarako-chan) varmış. Bu Salako-chan, günlerden bir gün Lucca’ya bilet almış, atlamış trene. Üç durak sonra piyasaya çıkan bilet görevlisi, biletini deldikten hemen sonra “Bugün grev var. Tren Pisa’ya kadar gitmeyecek (Lucca’ya gitmek için önce Pisa’ya gitmek gerek)” demiş. Köskös trenden o durakta inen Salako-chan, çok da kafaya takmayarak eve yollanmış. Birkaç gün sonra yeniden bilet alıp, ertesi gün gitmek üzere uykuya dalmış. Sabah alarm olarak çalan Leonard Cohen’in Suzanne şarkısının güzelliğinden kendine gelemeyip, şarkı bitimi alarmı kapatıp horul horul uyumaya devam etmiş. Aradan günler geçmiş-ister istemez tabii-bu sefer kesin kararlı Salako-chan, kendisi için uygun bir gün belirleyip, acaba grev var mı o gün diye haberleri karıştırmış. Ne bulmuş dersiniz? Yine grev yok muymuş? Aa... Böyle böyle aradan neredeyse bir ay geçmiş. Yılgınlığını anlık bir yanılgıya borçlu olan Salako-chan, tüm cesaretini toplamış, sabahın köründe tren istasyonuna varmış. “Bu sefer beni alt edemezsin ey kader” diye de homurdanmışmış. İşte o esnada tren de gelmiş, bizimki trene atlayıvermiş. İyice yerine yerleşmiş, kitabını çıkarmış ve o an aklına biletini okutmadığı gelmiş. Salako-chan, doğrucu başı bir insan evladı olmasının ezikliğiyle, bir sonraki istasyonda belki okutma makinesi peronda vardır diye, ama yine de treni yeniden yakalayamam diyerek eşyalarını da yanına alarak, tren durur durmaz kendini aşağı atmış. Nerede o şans bizim Salako-chan’da? Ne bilet okutma makinesi, ne başka şey. O esnada tren harekete geçmiş, bizim saftirik de ağırkanlılığının verdiği etkiyle arkasından bakakalmış. Etti mi size dört (rakamla 4)? İşte son olarak da artık hiç bir beklentisi kalmayan Salako-chan, öylesine bir sabah kalkıp, yine öylesine tren istasyona yeltenip, bu son seferde, Lucca’ya varmayı başarmış. O ermiş muradına, darısı bir türlü başarıyı yakalayamayanların başına.

16.yy’a ait tuğla sur duvarlarını aşıp kente girdiğimde kendimi sayısız kereler yaptığım gibi aylak aylak dolaşma formatına getirmiştim. Bu ortaçağ kentinden aklımda kalan en önemli şey, kentteki yapıların birçok farklı döneme, başka deyişle katmana sahip oluşu. Çıplak gözle dahi çok rahat okunabilen bu katmanları ayıklamak müthiş zevkli olur diye bir an aklımdan geçirdim, itiraf ediyorum. Yalnız yarım akıllı olan arkadaşınız bu ‘gerekli’ düşünce üzerinde fazla takılmayarak, gereksiz olanlar arasında beynini yüzdürmeye devam etti. En fazla vakti, 12.yy’a ait S. Martino katedralinin çevresinde geçirdim. Neden diye sorarsanız hiçbir fikrim yok derim. Üstelik fotoğraf çekmek için bile iyi bir konumda değildi. Daha doğrusu güneş ters istikametteydi. Dış cephedeki oymalar pek bir ünlü Nicola Pisano’ya ait. Kilisenin içerisinde de Tintoretto’ya ait adını hatırlamadığım bir tablo var. Hatta 1 euro gibi bir meblağ ödeyerek 3 dakika boyunca tabloyu aydınlatabilirsiniz de, bu beyninizi aydınlatır mı onu bilemem. Ben uzaktan baktım. Kilise ve kapıdaki müdavim dilencisini geride bırakarak asıl ve tek amacım çizgiroman müzesine doğru ilerledim. Ulusal Çizgiroman ve Resim Müzesi ’nin (Museo Nazionale del Fumetto e dell’Immagine) kapısında örümcek adam ziyaretçiyi ağıyla yakalıyor ve avluya fırlatıyor. Dedim, beni önce avludaki geçici sergiye atıver. Sergio Toppi, Renzo Calegari, Giovanni Ticci ve Sergio Tisselli’nin (abinin bir samuray çizimleri var, japon olmayan birinin samuray çizmesi konusuna anlamsızca(!) muhafazakar yaklaşırım ama hakkını vermek lazım) çizimlerinden oluşan doyurucu bir sergi. Sonra daimi sergiyi gezebilmek için soldaki odacıklara girdim. Daimi sergi mi dedim? Yok ki öyle birşey. Aslında bu odalarda italyan çizgiroman kahramanlarının heykelcikleri var ama oluşturulan geçici sergi nedeniyle örtülmüşler. Yoksa, sanmıyorum Diabolik misafire kıçını dönecek kadar terbiyesiz olsun. Her ne kadar bu yüzden az buçuk hayal kırıklığı yaşasam da, odada açılan Gradimir Smudja sergisi birazcık da olsa kırıklarımı yapıştırdı. Yugoslavya doğumlu “san’atçı”, şu an Lucca’da ikamet ediyormuşmuş. En bilinen eserlerinden biri Fransız ressam Toulouse-Lautrec’in hayatını anlattığı çizgiromanı, kaldı ki bu çizgiromandan kimi bölümleri sergide görmek olası. Toulouse-Lautrec haricinde Van Gogh, Georges Seurat ve diğer bazı ressamları konu aldığı işleri var. Sergide genellikle çok bilinen tabloların Smudja yorumlarını görmek olası. Ünlü ressamları ve düşünürleri, çizgiroman estetiğinde yerleştirdiği çalışmaları arasında, Leonardo da Vinci’yi merkeze aldığı “Son akşam yemeği” tablosu en hoşuma gidenlerden. Gereksiz bir bilgi olarak, çizerimizin solak olduğunu belirtmek isterim. Geçelim avlunun sağ tarafındaki odalara. Diabolik’in yazarlarından biri olan Giuseppe Palumbo’nun son eseri EternArtemisia’nın sergisini bir günle kaçırdığımı görüp yan odaya geçiverdim. Burada çeşitli çizgiromanlardan dekorlar kurulmuş, misal; Miki Fare (Topolino), Dylan Dog, Martin Mystère, Valentina gibi. Geçelim diğer odaya. Burası tamamen çocuklara ayrılmış, çizgifilm kahramanları ve etkinlik gerçekleştirmek için kullanılan masalarla donatılmış bir alan. Bir de ana yapının üst katında bir sergi odası var. Buradaki sergiden ziyade duvardaki ve iç kısımdaki kocaman Corto Maltese maketi, beynimde fırtınalar yarattı, nasıl yürütürüm diye...Atlamışım ama müzeye girmek için ödediğiniz 4 euro, size bir adet çizgiroman olarak geri dönüyor. Benim şansıma Çelik Bilek düştü. Lucca aynı zamanda, her yıl Çizgiroman ve Oyun festivali gibi birşeye de ev sahipliği yapıyor. Ekim sonu, kasım başına tarihlenen bu etkinliğe katılayım diye az buçuk düşünmüşlüğüm vardır amma...Ne bileyim gitmedim...Neyse, fazla kaldık burda, bak saat kaç olmuş! O zaman vaktimiz varken yer yer daralan sokaklarda dolaşalım, San Michele Kilisesi’ni ve amfitiyatroyu görelim.
11.-14.yy’lar arası inşa edilen San Michele Kilisesi’nin beyaz mermer cephesi, tipik bir Pisa-Romanesk cephe. Masmavi gökyüzü altında beyaz mermerin seyri göz acıtıcı olduğu kadar büyüleyici de. Eski Roma Forumu’nun olduğu yerde kurulmuş kilisenin yanındaki meydan da pek bir turistiko. Burdan ilerleyip çarşıya girince az ilerde, M.Ö. 108'e temellenen amfitiyatro’ya ulaşıyoruz. Şimdi evler, mağazalar ve turistiko kahvelerle donanmış, doğru hissiyattaysan zaman geçirilebilecek hoştirik bir yer. Zira doğru hissiyatta değilsen-aslında değilsem- heleloy diyerek bir ucundan girilip diğer ucundan çıkılası bir yer de olabiliyor. Denedim gördüm. Puccini’nin ev ziyaretine gidemedim. Kırıldığını belirtti. Aslında açık mıydı ev, ona dahi bakmadım. Akşamları yapılan Puccini aryalarından oluşan konsere de elbette dahil olamadım, çünkü beni bekleyen bir tren (neyse ki) vardı. Böylelikle, kafa dinlemek için birebir, nadide italyan kentlerinden birini daha yarım yamalak şekilde görmüş ve bir kere daha hayatta en sevdiğim yer olan evceğizime dönmüş idim. “Her başlangıcın bir sonu, her sonun bir güzelliği vardı” demişim...Dememiş miyim?.. Demek isterdim...Yani, deseydim iyi olurdu...

*Lucca'da kendi açımdan en kayda değer şey; ninja pazarı :p
Şaşırmadın değil mi?..

25.3.09

UMMADIĞIN TAŞ, BAŞ YARAR / THE BASTARD SWORDSMAN

Ağzının uzun süre açık kalmasına razı olan arkadaşım, ağzın ve gözün 10 dakikalığına benimdir. Boşuna geri almaya çalışma...

Yun Fei Yang (Norman Chu), Wu Dang okulunun şamar oğlanıdır. Yetim olmasının etkisiyle okulun öğrencileri tarafından çok afedersiniz “p*ç” denilerek hor görülüp alaylara maruz kaldığı her an, okulun tek kız öğrencisi-aynı zamanda ustanın kızı Lu Wan Er- tarafından korunmakta, zaman zaman da yediği dayaklardan kurtarılmaktadır. Setteki havanın güzelliğine bakılırsa “Geldi bahar ayları, titrer gönül yayları” olarak tanımlanabilecek bir hissiyatla Yun Fei Yang’ın, ustanın kızına yanık olduğu rahatlıkla söylenebilir. Lakin ustanın kızının hiç o taraklarda bezi olmadığını (ya da öyle birşey işte), Yun Fei Yang’ı kardeş gibi gördüğünü anlamak da bir o kadar kolaydır.


Günlerden bir gün, ben diyeyim Çarşamba, siz deyin Cuma, Wu Dang Okulu’na sırma saçlı, at dişli biri gelir- 5 venomlardan Lo Meng-İlk aksiyona şahit olduğumuz sahne de burasıdır. Lakin buraya kadar ağzımız hala kapalı durmaktadır. Ustanın huzuruna getirilen Sırma saç, Wu Di okulunun öğrencisi olduğunu, her 10 yılda bir, iki okulun arasında gerçekleşen düello için vaktin geldiğini, ustasının düelloyu dört göz-iki kulakla beklediğini, ama her zaman olduğu gibi bu yıl da Wu Dang okulunun ustasının, kendi ustası karşısında hiçbir şansı olmayacağını alaycı bir üslup ve küstah bir dille anlatıp ortamı terkeder. Ortamı terketmeden evvel izlenebilecek aksiyon, alt çenenin yer çekimine yenik düştüğü anın başlangıcıdır. Havadan hızlıca gelip, döne döne tahtına oturan ustanın bu hareketini denemek için iki kişiye ihtiyacım var. Yardım etmek isteyen hayırsever arkadaşlarım, lütfen...Bekliyorum. Devam edelim; Wu Dang okulunun ustası sinirlenmiştir ama içten içe korkuyla karışık kaygı duymaya da başlamıştır. Zira Wu Dang okulunun dövüş stili İpekböceği tekniğinde son aşamaya geçememiş, bilmem kaçıncı seviyede takılmıştır. Yaptığı hesaplara göre eğer Wu Di okulunun ustası ‘Ölümcül Tekniğinde’ hala 5. Seviyede kalmışsa onu yenebilir ama 7. Seviyeye ulaşmışsa bir üçüncü kere daha yenilmenin doyulmaz tadına varabilmekten korkmaktadır. Bu esnada ustanın cesaretini toplamasına yardım etmek için ona arkadan saldıran İpekböceği tekniğinin asıl üstadı kardeşinin bir; kılıç üstünde tek ayak üstünde durma numarası, iki; kılıcı ağzıyla yakalama numarası, buna karşılık ustanın kendine bir zamanların anayasası gibi fırlatılan kitabı yaprak yaprak kılıcıyla ayırıp yeniden bir araya getirdikten hemen hemen sonra da sayfaları kesip biçip bir WU DANG yazış numarası var ki, yere inen çeneye, pörtleyen gözlerin eşlik etmesine vesile olabilir. Bu arada kameranın ustanın kardeşine her seferinde ‘temkinli’ yaklaştığı da gözümden kaçmadı.


Düello günü, kızıl gökyüzünün altında iki usta lafla kışkırıldıktan hemen sonra samuray adımlarını kullanıp, el ense çekerek birbirlerine iyice yaklaşıp girişirler. Alt çenemiz hala aynı açıklığını korurken birden bire dansöz gibi el hareketiyle gözünü kapatıp açan Wu Di okulunun ustasının yeşile dönüp, eliyle rakibinin kılıcını dilim dilim doğraması ve onu yenilgiye uğratması sonucunda ağız ve gözümüzdeki hareket de ivme kazanır. Aman Yarabbi! Wu Di ustası 8. Seviyeye ulaşmamış mı! “Tüh ki tüh dostlar” diyeceğim ama Wu Dang’ı tuttuğumu kim söyledi? Neyse...Orda yenilgiyi kabul eden Wu Dang okulunun ustasına Wu Di ustası, iki yıl içinde “Ölümcül Teknik”te en üst seviyeye ulaşacağını, işte o gün geldiğinde Wu Dang’a yeniden meydan okuyacağını, o seferde yenilgiye uğrarsa, tüm Wu Dang okulunu ortadan kaldıracağını söyleyip, kahkahasını da atıp-ki o ne kahkahadır cümle elalem bi duysan- ortamdan uzaklaşır. Aslında yüzyıllardan beri (yüzyılı uydurmuş olabilirim) Wu Dang Okulu’nun İpekböceği Tekniği, Wu Di Okulu’nun Ölümcül Tekniği’ni her seferinde yenmiştir. İşte Wu Di Okulu’nun ustası da bunun için hırsla çalışmış, Wu Dang’ı alt etmek için elinden geleni ardına komamıştır. Ama helal olsun! Hile hurdaya karışmadan onca yıldır başarılı olmuş, diyecektim ki hilenin hurdayla birlik edip filmin seyrini değiştirmesi de bir olmuş meğersem. Standart bir spot ışığının arka planı aydınlattığı dekorda, tahtında oturan Wu Di ustasının, elemanlarına, iki yıl boyunca Wu Dang Okulu’na dokunmamalarını söylemesinin ardından, bu kuralı hiç sayan Fu Yu Xue, sinsice bir plan yapıp kendini Wu Dang taraftarı gibi gösterip, önce Wu Dang Ustasının gözüne, sonra da okula girer. Hikaye, benim bu anlatımımla çorap söküğü gibi gelmeyecek siz de farkettiyseniz. O yüzden kendime rağmen hızla sökmeye başlıyorum. Dayanın...Nick Cave’in dediği gibi “Hold onto me people, we’re going down”...(Çok tehlikeli bir tipim, var ya! Hiç olmayacak şeyleri bir araya getirebilirim. Hocamın bile benden korkmuşluğu vardır. Onun içün gardını al dostum. Hele bu filmden sonra hehe)
Gelelim olayın gamzeli kahraman Norman Chu ile olan asıl ve asil ilişkisine. Yoksa neyin yüzü suyu hürmetine seyrettim bu filmi alla alla...Öhöm... Kalbinin yanıklığı harlı ateşe dönen Yen Fei Yang, ustanın kızına aşk mektubu yazar (Bak haylaza). Lakin mektup ustanın kızının elinden önce diğer öğrencilerinkine geçer ve Yun Fei Yang, herkesin içinde ve de ustanın kızının önünde alay konusu olur. Artık canına tak etmiş olan Yun Fei Yang, ustanın karşısına geçip okuldan ayrılacağını söyler. O akşam odasında, kafasında alaycı sesler dolaşırken, birden bire insana “abov” dedirterek seri el hareketleriyle pencereyi açıp, aynen usta gibi döne döne dışarı çıkmasın mı? Üstelik ağaçların üzerinden yürüye yürüye Wu Dang sınırına gelir ve kara kukuletasıyla yüzünü örtmüş Usta dediği bir adamla konuşmaya başlar. Yavrum Yun Fei Yang! Sen neymişsin de haberimiz yokmuş. Meğerse bizim p*ç oğlan (çok pardon valla), İpekböceği tekniğini öğrenen son derece yetenekli bir dövüşçü değil miymiş! Öyleymiş valla! Bu esnada okulda ustanın İpekböceği Tekniğinde usta olan kardeşi, son yeteneği olan ellerinden kırmızı ışın çıkarma olayını usta ve kızına göstermektedir. Ki yaşlılıktan mıdır nedir biraz teklediği de rahatça söylenebilir. İşte bu sahneden itibaren açık ağzın sevgili dostum, arada bir, o bilinen küfrü tekrar etme amaçlı kapanabilir. Benim bile, küfür müfür ettiğim duyulmuş şey değildir, lakin itiraf ediyorum iki kere falan ağzımdan kaçtı yani...Çok özür diliyorum. Yakışmıyor ama oluyor işte bazen...Wu Dang’ı içten çökertmeye and içmiş olan Fu Yu Xue, Yun Fei Yang’ın hocasıyla olan talimine gizli gizli tanık olmuş, hemen ardından da hocayı takibe alarak onun kim olduğunu öğrenmiştir. Bu esnada okulu basan Fu Yu Xue’nin klasik wu xia pian'ın fantastiko öğesi maymun ve beyaz saçlı kadın karakterleri okulun ustasına saldırır. Bu sahnelerde acayip ses efektleri eşliğinde klonlandığına şahit olduğumuz ustaya korkuyla karışık bir hayranlıkla bakmak olasıdır. Yalnız Fu Yu Xue’nin kalleşçe arkadan yaptığı saldırıya doğal olarak karşılık veremeyerek oracığa düşer. Sinsi planın bir sonraki hamlesi Yun Fei Yang’ı olay mahalline çekip, suçu onun üzerine atmaktır ki, plan başarıya ulaşır. Usta ölmeden evvel Yun Fei Yang ve dolayısyla seyirci, Yang’ın hocasının Usta olduğunu anlayacak, duygusal olanlar hafiften göz yaşlarını tutamayacaklardır.
Hocasının ölümünden sorumlu tutulan Yun Fei Yang kaçış yolunda Wu Di Okulu hocasının kızı tarafından yardım görerek, kızın evine getirilir. Yun Fei Yang burada kızın annesinden hayatı ile ilgili ‘acı’ gerçekleri öğrenecektir. Daha açık konuşmak gerekirse babasının hatta annesinin kim olduğunu. Bu noktada, ben de sevgili okuyucu sana kıllık yaparak kim olduğunu tek seferliğine söylemeyeceğim. Niyeyse... Yalnız ortaya çıkan gerçekler, 9. Seviyeye ilerleyerek eli mavi renk olmuş ve örümcek adam gibi elinin altından mavi mavi ışınlar çıkaran Wu Di Ustasının rakibine, yani bizim p*ç oğlan(aman tüh dilime tüh elime:) Yun Fei Yang’a , kötü anlar yaşatacak, Yun Fei Yang’ın içinden kung fu gücünü bu mavi ışınlar sayesinde çekip alacaktır! Hatta bu esnada ustaya karşılık Yun Fei Yang’ın tarafında yer alan (anlayın işte bir anne, niye tanımadığı bir oğlanın tarafında yer alsın,Türk filmi, Türk filmi yahu...Merhametim kurusun) ana-kız ikilisi, derhal haşat olan Yang’a yardım etmek için kolları sıvar. Anne, tüm gücünü, bizimkine sırtından olmak kaydıyla aktarır. Wu Dang okuluna bir anlığına geri dönecek olursak, Yu Fu Xue’nin sinsi planı tıkırında ilerlemektedir, hatta ölen ustanın kardeşi tarafından okulun başına getirilmiştir. Kardeş, Yu Fu Xue’ye İpekböceği Tekniği’nin tüm inceliklerini anlatan kitabı da bir güzel elceğiziyle takdim etmiştir. İşler bir noktada ters gitmiş, Yu Fu Xue’nin foyası ortaya çıkmıştır. Bundan sonra hızla akmaya devam eden hikayemizde, Yun Fei Yang’ın suçsuzluğunu anlayıp pişman olan Wu Dang okulunun kızı, bizim oğlanı bulup diğer iki kadınla işbirliği yapar. Yun Fei Yang’ı İpekböceği Tekniği’nin son aşamasına elbirliğiyle geçirirler. İşte son derece manidar, ders alınması gereken bir sahne. Millet tek kadınla uğraşamazken, üç kadınla birden uğraşmaya kalkan Yun Fei Yang’ın saçlarının hazin sonu. Ne saça ak düşmesi, düpedüz saçın aka düşmesi olayı. Sözün yetersiz kaldığı yerde ne yapıyorum, dayıyorum fotoyu... Uzunca bir süre kadınlar tarafından oluşturulan kozasında kalan Yun Fei Yang, kozasından fırladığı gün, hem intikamını almak hem de yıkılan Wu Dang okulunu yeniden kurmak için artık hazırdır. Bu arada Yun Fei Yang’ın suratına çok ciddi bir ifade oturmuş, bu da demek oluyor ki gamze mamze göremeyeceğiz bir süre... Dokunulmadan havada döndürülen testiler, her zamanki uçanlar ve kaçanlar, çıplak elle yapılan dövüşler, silahlarla yapılan dövüşler, yani seyirciyi tatmin edecek ne ararsan var bu filmde. Gel vatandaş gel! Ekstra olarak da Yun Fei Yang’ın son haddesine ulaştığı İpekböceği Tekniğinin ağzınızı yeniden ve yeniden harekete geçirecek olan alametifarikaları. Hani şu jimnastikte kurdele çevirme sporu var ya adını bilmiyorum, işte onlar gibi dansöz el hareketinin ardından, ellerinden mavi ışıklar çıkarıp, kurdele hareketi ile rakibine iplik fırlatmak suretiyle, Yun Fei Yang, kelimenin tek anlamıyla döktürür. Rakibini yenilgiye uğrattıktan hemen sonra, Wu Dang okulunun diğer öğrencileri, Yun Fei Yang’a aynen benim de yukarda dediğim gibi “Vay, sen neymişsin be abi. Ama biz biliyorduk senin böyle yetenekli olduğunu” bazlı yalakalık yapmaya kalkışmışlarsa da uzun süre kozasının içinde kalarak belli bir olgunluk mertebesine ulaşan Yun Fei Yang sesli olmasa da “Hadi ordan hülayn” diyerek, berduş olup dünyayı dolaşmak üzere ortamı terk eder. Bu artizliğin büyüsüne kapılan ustanın kızı da bir zamanlar kapısından kovduğu gururlu ama fakir gencin peşine takılıp "ben de geleyim n’olur" diyerek, Yun Fei Yang’ın ağzından girip burnundan çıkarak yeni maceralara doğru birlikte yola çıkmak üzere Yang’ı kandırır.
Film aslında 1979 yapımı “Transformation of the Heavenly Silkworm” adlı diziden uyarlanmış. Dizide de filmdeki gibi Norman Chu başrolde. Yönetmen Tony Liu Jun Guk, aynı yıl çekilen Lady Assassin ’in de yönetmeni. Aynı yıl (1983) ayrıca Norman Chu’nun yine iki başrolden birinde oynadığı Duel to Death de çekilmiş. Nerden baksanız bereketli bir yıl olmuş yani. Lady Assassin’e göre oldukça düşük bir bütçeyle çekilmişmiş. Lady Assassin de nadide bir film olmasına rağmen onu aratmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Hatta bir adım öne bile geçmiş diyebilirim. Diyeyim mi? Dedim be,sizden mi korkucam! Geri alıyorum lafımı. Hepiciği benim evladım, seçim yapamam ki! 1983, Shaw Brothers şirketinin yavaş yavaş ölmeye başladığı yıllara denk geliyor. Tam iflas etti edecek derken wuxia pian türünde kaliteli filmler üretmiş bir şirketin yeniden canlanışı mıdır bu durum, o dönemde olsa sorardım herhalde. Ama üstünden on yıllar geçmiş. Ne desem boş. Dövüş kareograflığında yönetmenle birlikte Yuen Tak'ı görüyoruz ki birşey demem gerekirse eskilerden "8 diagram pole fighter", ne eski ne yenilerden "Better tomorrow II" yenilrden de Jet Li'li The One, Jackie Chan'lı The Myth ve hadi bir tane daha yazayım "The Three Kingdom" derim bitiririm.
Zaten söylenecek diğer şeyleri gelecek bölüme bırakıp bitirsem daha iyi olur zira anam elinde çamaşır suyuyla daha da yaklaşmış. Ne Buda avucu, ne İpekböceği tekniği! Hayatta korktuğum tek teknik, elinde çamaşır suyu tutan anne tekniğidir. Nıyaaa...

Gelecek bölüm;The Return of the Bastard Swordsman yani Ummadığın Taşın Geri Dönüşü

Tian Ban Cian (1983)
Y: Tony Liu Jun Guk (Chin Ku Lu)
O: Norman Chu Siu Keung, Anthony Lau Wing, Lo Meng, Candy Wen Xue Er, Yuen Qiu
Senaryo: Tony Liu Jun Guk (Chin Ku Lu)
Dövüş kareografı: Tony Liu Jun Guk, Yuen Tak

*Helal sana okuyucu, buraya kadar varabildin demek...

24.3.09

POST-ALERJİK NOSTALJİK 2

Bastard Swordman’i ekleyeceğim şuraya ama kafamı toplamak ne mümkün! Genova’da zaman geçmek bilmiyordu, İstanbul’da zamanı yakalayabilene aşkolsun! Son bir iki şeyi yazıya eklerken aklıma başka birşey geldi, kalktım kitaplığa gittim. Alt rafa sıkıştırdığım defteri çektim. O da ne! Birkaç yıl evveline kadar hiçbir sinema biletini, sergi kataloğunu vs. atmadığım, bu nedenledir ki çöp ev olma yolunda ilerlediğim zamanlara ait bir defter. Şişkin defteri ister istemez açtım elbette. Bu deftere, ‘99’dan itibaren biriktirdiğim biletleri çok sonra yapıştırmıştım. Biletlerin yanlarına da ufak tefek kişisel notlar almışım. Misal alt resim...
Aslında 1999’dan önce biriktirdiğim sinema biletlerini koyduğum Londra telefon kulübesi şeklindeki kumbaramı tekeline alan abim, hunharca içindekileri çöpe yolladığı için, 2000'den önce çok az filmin bileti elimde kalmış.
2001’de “Vizontele” ve “Kadınlar ne ister?” filmlerinin altına kayda değmez iki film diye not alırken-ki kaydetmekten çekinmemişim, Alkazar’da seyrettiğim Obra-Başyapıt film biletinin üstüne de “bir türlü hatırlayamıyorum” diye not düşmüşüm. Harbi hatırlamıyorum filmi. 2002’de Oğul Odası ve Vanilla Sky filmleri için Brian Eno ve R.E.M’den iki şarkıya takılmış, sonra da film festivalinin biletlerini yapıştırmışım. Böyle “mış”lı yazıyorum ama şunun şurasında 10 yıl önceki şeyden bahsediyorum. Defteri yaptığımı elbette hatırlıyorum ama uzun bir süre için aklımdan çıkıvermiş işte. Zaten artık çok fazla birşey biriktirmiyorum. Başa çıkılacak gibi değil, bilen bilir. Al, blog da bunun için yok mu? Aynı şey değil ama...

19.3.09

AİLENİN ALİEN GİBİ HİSSEDİLDİĞİ ANLAR

Sonunda memleket sınırlarına zar zor giriş yaptım. Yani artık Can-ova’da değilim. Yalnız bir müddet daha- hatta sürekli bile olabilir-genovaninja adresini kullanacağım. “Cenova’da değilsin, adresin niye böyle? Bizi mi kandırıyorsun” demeyin. Ya da deyin. Yok yok demeyin. Aman ne derseniz deyin...
Kendim hariç yaklaşık 60 kiloluk bavullarım ve çantalarımı (ben dahil yaklaşık 120 kilo, tamam belki birazcık daha fazla olabilir. O kadar inceltme payım olsun ama aa!!) iki tren istasyonu değiştirerek, merdivenlerden falan iman gücüyle (deli gücü de diyebilirsiniz) çıkarıp, havaalanında beni uçağa bindirmemekte kararlı görevliyi, ninja taktikleriyle yenilgiye uğratıp çıkış kapısına ulaştığımda iki gün önce kitaplarımın bir kısmını Türkiye’ye göndermek için kullandığım italyan postanesinin adının süslediği kargo(!) uçağına vardığım an aklımdaki tek şey, daha da iki gün(ler) önce Amsterdam’da düşen Thy uçağının ardından annemin her zamanki desteğini başka deyişle kösteğini göstermek amaçlı sorduğu “Biletini THY’den aldın değil mi?” sorusuydu. Her ne kadar o an “Ya anne düşen uçak THY değil mi? Şimdi bu söylediğinin ne manası var?” bazlı tartışmayı, annesine uyuz her kız evladı gibi yapmaktan çekinmediysem de, bir kere daha istemeye istemeye anama hak verdiğimi itiraf etmeliyim. Lakin kendisi bunu asla bilmeyecek. Çıtlatanı yakarım.
Memleketin havasından mıdır, suyundan mıdır, nedir bilmiyorum ama şu an aklımda Tahtakale esnafıyla elele verip, içine ne koyarsanız koyun 18-20 kiloyu geçmeyecek bavul imalatına girmek ya da basınç nedeniyle tıkanan kulakları açmak için yapay esneme sağlayacak minik makineler üretmek gibi girişimci(!) ruhumu dindirecek projeler var. Bu arada polar çorap ve ‘sevenleri ayırmayın’ sloganıyla piyasaya sürülebilecek olan birbirine geçmeli eldiven projem de çok yakında piyasada olacak. Siparişleri alayım:p
Başlığa gelince... Ne diyebilirim ki?.. Zaman zaman akrabanın akbaba hissi vermesi gibi, ailenin de alien hissi verdiği anlar size hiç olmuyor mu yani?..

*Resim, Hokusai-Horozlar

12.3.09

ARKASI YARINDA GELECEK BÖLÜMLER

1. Norman Chu aşkına The Bastard Swordsman ve The Return of the Bastard Swordsman, Kunoichi Lady Ninja , One Armed Swordsman (One Armed Swordsman, The Return of the One Armed Swordsman, One Armed Swordsman vs. 9 Killers, The New One Armed Swordsman) serisine bakış.


2. Lucca gezisi ve çizgiroman müzesi

3. Genova’nın müzeleri 6 (Palazzo Rosso-Bianco)

4. Güzel bir erik ağacı bulduğum an “Muhabiriniz çakma sakura bayramından bildiriyor”

5. İşte Allah ne verdiyse, doğaçlama çer çöp...

Kendine güveni çoğu zaman yerlerde olmasına rağmen, olmadık anlarda tavan yaparak, kendini rezil etmeye adanmış bir yaşam süren, “ince değil ama yontulmuş ruhlu” diyelim arkadaşınız, bir dahaki sefere kadar “Hayatın anlamı vardı da bir ben mi bulamadım” deyip hayıflanarak uzaklaşıyor...

11.3.09

FESTİVALDEN KENDİM İÇİN AYIKLADIM

28. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nin programı açıklanmış. Durur muyum? Bizzat kendim için başta japon olmak üzere uzak doğu filmlerini ayıkladım.

1. ARUITEMO ARUITEMO- BİTMEYEN YÜRÜYÜŞ (Dünya festivallerinden) /Japonya
Y: Hirokazu Kore-eda
O: Yoshio Harada, Kirin Kiki, Hiroshi Abe (Çok severim)

2. TOKYO SONATA (Dünya festivallerinden) /Japonya
Y: Kiyoshi Kurosawa
O: Teruyuki Kagawa, Kyoko Koizumi, Haruka Igawa
3. SAIKAKU ICHIDAI ONNA- OHARU'NUN YAŞAMI (Asiler, Azizler, Aşıklar) /Japonya
Y: Kenji Mizoguchi
O: Kinuyo Tanaka, Tsukie Matsuura, Ichirô Sugai
4. AKIRESU TO KAME -Akileus ve Kaplumbağa (Mayınlı Bölge) /Japonya
Y: Takeshi Kitano
O: Beat Takeshi, Kanako Higuchi, Yurei Yanagi

5. THE REAL SHAOLIN (NTV Belgesel Kuşağı)
Y: Alexander Sebastien Lee

6. BABI BUTA YANG INGIN TERBANG- Kör Domuz Uçmak İstiyor (Mayınlı Bölge) /Endonezya
Y: Edwin
O: Ladya Cheryl, Pong Harjatmo, Carlo Genta
7. CHUGYEOGJA- Takipçi (Geceyarısı Çılgınlığı) Güney Kore
Y: Hong-jin Na
O: Yun-seok Kim, Jung-woo Ha, Yeong-hie Seo

Ayrıyeten japon olmayıp bir şekilde Japonya ile ilgili olan;

KIRSCHBLÜTEN - HANAM- Kiraz Çiçekleri / Almanya

Y: Doris Dörrie

Şimdilik bu kadar bulabildim...

9.3.09

ANİMELER ÇİFTER ÇİFTER

Cümleye nasıl başlayacağımı bilemediğimden, sanki birşeyler yazmışım da devam etmek için “Yeri gelmişken” diyerek olaya giriyorum.
Yeri gelmişken iki animeden bahsedeyim bari. Biri Chocolate Underground, diğeri Wrath of Ninja (The Yotoden Movie).

Chocolate Underground (チョコレート・アンダーグラウンド), herbiri ortalama 3,5 dakikadan oluşan, 2008 yapımı bir anime. Animenin konusu ingiliz yazar Alex Shearer’ın Bootleg adlı romanından alınmış. Aynı isimle BBC’de çocuklar için mini dizi halinde de çekilerek yayınlanmış. Hiç de klasik olmayan bir maddenin, “klasik” yasaklanma hikayesi üzerine kurulu animede, Sağlık Bakanlığı başta çikolata olmak üzere her türlü sağlığa zararlı kabul ettiği maddelerin kullanımını ve tüketimini yasaklamıştır. Çikolatalı yiyecek tüketen “suçlu”ları bulmak için de özel timler kurulmuştur. Hikayemizin kahramanları Hantori (Huntly), Sumajja ( Smudger) ve Louise okul arkadaşlarıdır ve hepsinin hayatında çikolatanın ve diğer tatlıların özel yeri vardır. Zira Louise, büyükannesiyle birlikte bir şekerleme dükkanı işletmekte, Smudger’ın ailesi pasta işinde çalışmaktadır. Sağlık Bakanlığı, çikolatayı yasakladığından beri başta kahramanlarımız olmak üzere insanlarda mutsuzluk ve huzursuzluk baş göstermeye başlamış, bununla birlikte insanlar yeraltında “yasadışı” yollardan çikolata alışverişine girişmişlerdir. Yasakçı zihniyetin, en nihayetinde çocuk kahramanlarımızın tetiklemesi ile insanların birlik ve beraberliği neticesinde nasıl alt edildiğini anlatan, çikolata sevgim dolayısıyla ve bittabi kısalığı dolayısıyla da öpüp başıma koyduğum “alelade hoş” denilebilecek bir anime. Yalnız izledikten sonra ister istemez çikolata yeme isteği uyandırıyor, uyarırım.

İkinci animemiz 1989 yılında, yönetmenliği Osamu Yamazaki’ye , senaryosu Noboru Aikawa’ya (Kyuuketsu Hime Miyu OAV) ait Wrath of Ninja (The Yotoden Movie). İblis Lord Nobunaga Oda’nın, Iga Ninjalarının üç okulunu ortadan kaldırmaya yönelik planları tıkır tıkır işlerken, bu okullardan hayatta kalmayı becermiş birer kişi, yolculukları sırasında birbirleri ile karşılaşarak, Nobunaga’yı öldürecek yegane şeyin ellerindeki sihirli silahların biraraya getirilip kullanılması olduğunu öğreneceklerdir. Lakin, Nobunaga’yı öldürmek o kadar kolay olmayacaktır. Animede rastladığımız klasik öğe, cinsiyetini yok sayarak erkek gibi davranan kız ninja, bir zamanlar benim gibi Lady Oscar manyağı olan hemcinsim izleyicileri kalbinden vuracaktır diye inanmak istiyorum.
Gaddesu-Sama ’nın "Vampir olsun çamurdan olsun"* dediği gibi, ben de "Ninja olsun çamurdan, hatta taştan olsun" diyorum efendim...
*Sonradan düzeltilmiştir. Hoş ilk halini sildiğim için bi manası olmadı "düzelttim" demenin ama... Gaddesu-Sama'nın içtiği rakının bana gelen kokusuna veriniz hehe:)

7.3.09

ASOSYALLİK HAKKINDA ON GERÇEK

Asosyallik, bireysel olarak yapılan bir sanattır.
T.K.
1. Gerçek bir asosyalin, “aman sosyal olayım” ve yahut “asosyal olayım” gibi bir derdi hiç olmamıştır. Asosyallik, doğal bir olaydır.
2. Gündelik yaşantıda insanın kendini sosyal ortamlardan soyutlaması zordur. Lakin gerçek bir asosyal, kendini sosyal ortamlardan dahi soyutlamayı becerebilen kişidir.
3. Asosyallar, içine girdikleri ortamdan müthiş rahatsızlık duymalarına rağmen, ancak kendi başlarına kaldıkları zaman rahat hisseden insanlardır. Lakin asosyalliğin dibe vurmaya başladığı an, asosyal kişinin kendinden dahi sıkıntı duymaya başlamasıdır ki, hafazanallah, bu, asıl tehlikenin başlangıç noktasıdır.
4. Arada bir, bir şekilde karşılaşmış asosyallarin yaptıkları ilk şey, asosyaller kulübü kurmaya kalkışmalarıdır ki, her seferinde geç olmadan dönmeyi bilmeleri iyiye işarettir. Zira asosyallik, hep dediğimiz gibi bireysel bir süreçtir. İki kişi bir araya geldiğinde asosyallik kurumu ortadan kalkacaktır.
5. Asosyale sormuşlar “Biraz sosyal olsan, ölür müsün?” diye, “Ancak mezarımda sosyal olurum” demiş.
6. Yeni tanıştıkları kişilerden davet alan asosyallerin, daveti geri çevirmek için her zaman bahaneleri vardır. Ör; “O gün çamaşır yıkayacağım” gibi. Yeni tanıştığı kişiye “Ben asosyalim. Dolayısıyla bu daveti kabul edemem” diyecek asosyal kişi, asosyallerin babası, tapılacak kişidir. Yalnız takdir olunur ki çok nadir görülür.
7. Asosyal kişinin de her insan evladı gibi çok konuşanı veya az konuşanı vardır. Kendi kendine çok konuşan asosyalin, arada bir kendine “bi sus ya” diyecek bir kontrol mekanizması kurması, çocukluktan itibaren öğrenilmesi gereken önemli birşeydir. Öte yandan kendi kendiyle dahi konuşmaya tenezzül etmeyen asosyal, bir kere daha asosyallerin ası, yiğididir. Eli öpülesi bir mahluktur. Ama siz yine de yaklaşmayın. Malum...
8. Sosyal bir ortamda garip davranışlar sergileyen kişi ya sarhoştur ya da eskaza ortama girmiş bulunmuş bir asosyaldir. Sarhoşsa dokunmayın, asosyalse sokulmayın.
9. Tüm sosyal ortamları, pasif direnişiyle yıkabilecek yegane kişi bir asosyaldir. “Hadi, lütfen ama” bazlı yalvarmalara gösterdiği direnç dağları, taşları aşmış, methi Üsküdar’dan bile duyulmuştur.
10. Sosyalliğin derecesi ne kadar artarsa, aslında kişinin asosyalliğinin derecesi de o kadar artar. Bunu göremeyen kişi dünyanın en mutlu kişisi ünvanını almaya hak kazanırken, fazla sosyalliğin kendisini asosyalliğe sürüklediğini farkeden kişi, cehennemin kapılarını aralamıştır.

Asosyallik marşları (Bireysel olarak iç sesle okunmalıdır)

Asosyalim ezelden,
Anlamam hiç güzelden.
Sen bana sosyal ol diyorsun ama
Sorarım sana, sosyalliğin neresi erdem?
***
Asosyal doğmuşum,
Asosyal ölürüm.
Sosyal olmaktansa
Döner odamda böğürürüm.
***
Asosyal güzeldir,
Karda, kışta gezendir.
Her türlü muhabbeti,
Tek kelimeyle sona erdirendir.
Zaten hiç biraraya gelmemiştik amma, yine de dağılalım.

6.3.09

ASTRAL JAPONYA SEYAHATİM SONRASI JAPONYA'DA BU HAFTA VİZYONA GİREN FİLMLER 1

Yattaman ヤッターマン (Y: Takashii Miike, O: Sadao Abe, Kyouko Fukada, Saki Fukuda, Kendo Kobayashi)

Jeneraru Ruuju no Gaisen ジェネラル・ルージュの凱旋 (Y: Yoshihiro Nakamura, O: Hiroshi Abe, Masato Sakai, Yuko Takeuchi)

Zerachin Shirubau Love ゼラチンシルバーLOVE (Y: Kazumi Kurigami, O: Masatoshi Nagase, Rie Miyazawa, Koji Yakusho, Sayaka)

Demekingu デメキング (Y: Koutarou Terauchi, O: Manami Honjou, Guts Ishimatsu, Kohei Kiyasu)

STOP THE BITCH CAMPAIGN 援助交際撲滅運動 (Y: Kousuke Suzuki, O: Kenichi Endo, Kenji Ezure, Emi Hirai, Goro Kataoka

Onna Gokoro オンナゴコロ (Y: Ayato Matsuda, O: Ayaka Maeda, Kenji Mizuhashi, Ryuichi Oura)

Dragon Ball Evolution (Y: James Wong, O: Justin Chatwin, Joon Park, Jamie Chung, Chow Yun-Fat-Görüyoruz japon olmadığını :)

GİZEMİN KUNG FU'YLA HARMANLANIP, HAR VURUP HARMAN SAVURDUĞU FİLM; THE 18 JADE ARHATS

Bu yazıyı, uzun yazıları okumaya üşenen tüm dostlara adıyorum! (Sözüm sana değil Misiz Vildan abla merak etme: ) Ne demiş atalarım “Sen kısa iste, ben uyuzluğuna uzun yazayım” hehehe!

1978 yapımı bu filmi çok çok kısa aralıklarla tam üç buçuk kere seyrettim.”Hayrola o kadar mı güzeldi” demeden önce bi dinleyin! Hani şu benim altyazısız ispanyolca dvd’lerim vardı ya hatırlarsanız (kıyak geçiyorum sana, yeni farkettim bu numarayı, zaten onun için her yere yapıyorum farkındaysan, tıkla bakalım. Kendime not: Havam batsın!) işte bu film onlardan biri. Dvd’de yazan isim El Secreto de Shaolin, eşek değiliz ya araştırdık internetten, gördük ki alakasız isimli başka bir film aslında. Şaşırmıyorum, neden? 1 euro’luk devede’den beklentim yok zaten. Allah o esnada “Atıl kurt” dedi, ben de atıldım valla. Bir de ucuz etin yahnisi demişler malum... Ama Allah için, arka kapak cidden filmdeki oyuncuların resimlerini gösteriyor. Hah! Filmin ismini yazmayı unuttum değil mi? The 18 Jade Arhats. Aman... Gözün çıkasıca! Arhat ne ya? Bakamayacağım şimdi sözlüğe, anlarız nasılsa filmi seyrederken dedim! (Kendime not: İşte en büyük hatayı burda yapmışım sanırsam!) ve taktım devedeyi emektara, başladık seyreylemeye. Mükemmel bir açılış sahnesi. Abartının had safhasında ses efektleri eşliğinde, çok kollu Buda figürüyle yapılan kung fu talimi. Hem de önce erkek başrol oyuncumuz Lo Lieh ile (neyse ki tanıdık bir oyuncu), sonra da kadın başrol oyuncumuz Polly Kuan ile, ki bu ablaya dönüp “Sen beni güldürdün, Allah ya da inandığın her neyse o da seni güldürsün!” demek isterim bir gün! Galeyana getiren cinsten çalan müzik eşliğindeki talim sahnesi biter bitmez, gecenin kör karanlığında, pespembe elbisesi ve suratındaki bi ton boyayla parlak ışıklar saçarak ekrana Polly Kuan abla geliverdi. Kadın başına sen misin gece dışarı çıkan! Önü bir erkek tarafından kesilir Polly’nin. İşte bu andan itibaren konuşmalar da başlayıverir. Şimdi, uyduruyorum malum organımdan diyalogları ama hiç girmeyeyim o kısma. Ben daha “Haydaaa” bile diyemeden bu ikisi dövüşe tutuşmasınlar mı? Ardından ortaya Lo Lieh çıktı ama her ne kadar gümüşi elbisesi geceye ay gibi doğduysa da filmin karanlık görüntülerinden kim kimdir seçemiyorum doğru dürüst. Biraz sonra ekrana bu sefer gizemli saman şapkalı, yüzünü tülle örtmüş bir herif çıkınca bu böyle olmayacak, ben bunu bildiğim dilden indireyim dedim. Film indirme meselesine gireyim mi biraz? Alakasız olacak belki ama... Nasılsa bunun devedesini almışım ya gönül rahatlığıyla indirebilirim duygusu geliyor bana böyle anlarda. Sütten çıkmış ak kaşık izlenemi verdim değil mi? Zevklerim dvd piyasası tarafından ya hiç kaale alınmadığı ya da birkaç yıl sonra göz önüne alınarak tek tük birşeyler çıkarıldığı için genelde indirmek mecburiyetinde kalıyorum (Nasıl savunma ama). Ayemsori! Öte yandan indirdiğim filmler vs. piyasaya çıktıkça yeminle almaya çalışıyorum hepiciğini, bak iki gözüm 4 numara olsun! Yalnız benim de şansıma, genelde çer çöp sevdiğim için bu tür filmlerin dvdleri de ucuz oluyor. O halde ne yapıyorsun? “Dvdler çok pahalı, bu şartlarda almakta zorlanıyorum” diyorsan, üzülmeyip hemencecik film zevkini değiştiriyorsun! İşte böyle. İzin verirsen bu da benim vicdan rahatlatmam olsun. Neyse... Filmi indirdik. Bu da aksi gibi ingilizce dublajlı çıktı. Her ne kadar dublaja çoğu zaman karşıysam da bu filmde, ingilizce dublajın filme ayrı bir hava kattığını söylemeden geçemem. Filmin %20 komikliği kesinlikle bundan kaynaklanıyor. Öte yandan, bir kung fu filmini ‘80’lerin Türkçe dublajıyla seyretmek de ayrı zevktir, bunu da şu köşeye not edeyim. Dikkatin dağıldı senin di mi? Git bi çay demle kendine. İçelim şöyle karşılıklı. Hazırsan baştan alıyorum o halde;
Gecenin karanlığında Polly’nin yolunu kesen adam-pek de yakışıklıymış-“bu saatte nereye gidiyorsun? (Türkçe dublaj olsa bir “yavrum” eklenirdi ve hoş olurdu) diye sorunca, Polly karşılık olarak yine türkçe dublajla “Sana ne aslanım” cevabını yapıştırır. Bu ikisi Hayt! Huyt! sesleri arasında dövüşe tutuşurlar. Bu esnada bana göre yavru olan, yavrum dedirttiğim adam, itlik katsayısı zaten gözünden çok önce anlaşıldığı için, kendisini aradan çekip, kadını adamlarına bırakır. Ama Polly bu allasen! Polly dövüşe dursun, bizim (hangi aralık bizim olduysa) Lo Lieh, olay mahalline teşrif eder. Diğer adamlar ortadan yok olmuşlardır. Bizim Lo Lieh, “Böyle genç bir hanımkız, gecenin karanlığında nereye gider acaba?” diye aynı geyiği yapmaya kalkışır. Polly yine biraz hırçındır ama bu sefer hafif cilveli cilveli “Sana ne? “ manasına gelecek şeyler söylemişse de, kanının Lo Lieh’ye kaynadığı açıktır. Ayrıca iki saniye sonra, az önce saldıran adamların son hamlelerinin Lo Lieh tarafından önlenmesi dolayısıyla da olabilir bu gevşeme, şimdi analizini yapamiciğim. İki baş karakterimiz tanışa dursunlar, bu esnada yavrum dedirttiğim adamın öldürülüşü de(Ben de anlamadım, dedim ya, “demedim mi?” sahne karanlıktı diye, o esnada güme gitti herhalde) sepet şapkalı, gizemli amcanın kulağına gitmiş, bizim Lo Lieh’nin öldürdüğünü öğrendiğinden kelli de, yardımcısına hemencecik Lieh için “Kimdir, kimlerdendir?” sorularını sorar. Yardımcının öğrendiği kadarıyla Lo Lieh kılıçşördür ve kasabaya düello yapmak amacıyla gelmiş, hatta birçok kişiden de randevu alarak er meydanına çoktan çıkmıştır. Biz de o halde hep birlikte er meydanına bağlanarak, adettendir, “Hayde bre pehlivan” diyelim Lo Lieh’ye. Karizmaya bak be! Vur ağbi, helal! Öhöm! Pardon, bazen fazla kaptırıyorum kendimi. (Kendime not: Daha filmin 15. dakikasına gelemedim, zira 1,5 sayfa doldurmuşum. Okuyucuya not: Valla üç(!) sayfadan fazla yazmıyorum, endişeye mahal yok!) bu arada bizim Lo Lieh’nin garip kung fu’sunun ünü tüm kasabaya yayılmıştır, kendisiyle dövüşmek isteyenler sıraya diziilmiştir. Boş zamanlarında ahşaptan çok kollu Buda heykeli yaptığına şahit olduğumuz Lieh’nin zanaatkar yönünü de görmüş olduk böylelikle.Her ne kadar bu abi kırmızı elbisesiyle ekranda kan çanağı bir görüntü meydana getirse de film hiç öyle değil. (Kendime not: Biraz hayal kırıklığı yaşadım elbette, lakin azıcık şu kan olayına ara versem, biraz Heidi Maydi seyretsem fena olmaz) Tüm düellolar saygı çerçevesinde. Ta ki ertesi günkü düellodan önce bir adamını Lo Lieh’yi haklamaya gönderen kung fu üstadına kadar. Hoş pek üstad olmadığını, evi basan Lo Lieh’nin “Biraz ayıp olmuyor mu?” desturlu nutkunun hemen ardından, adamı orda haşatlamasından anladık zaten. Burda durup Lo Lieh’nin garip kung fu stilinden bahsetmekte yarar var. Nedir? Kısaca Diamond Lohan Palm’dır. (Okuyucuya not: Bak nasıl kısa anlattım gördün mü?) Filmin düğüm noktası burasıdır zannımca zira, daha da sonraki sahnede itlik yapan kung fucunun cesedini inceleyen aile eşrafı, cesedin göbeğindeki dana gibi el izini görünce “It’s him” der. Lakin Bu “him” kimdir, işte bu, filmin en süper sorularından biridir. Yönetmen amcaya, “Tebrik ediyom abi, insan bi filmi ancak bu kadar anlaşılmaz kılar” demek istiyorum izninizle. Neyse daha sayacağım için yönetmen hakkında (içimden tabii) hepsini burda harcamak istemiyorum. Kardeşinin intikamını almak isteyen Hayumin (öyle anladım), Wangçungwey adlı, Lohan Palm kung fu stili ile nam saldığını öğrendiğimiz tipik kötü adamın -beyaz saç-sakal- evini basar. “Kardeşimi sen öldürdün-Beni gördün mü ki ne biliin?” karşılıklı konuşmalarından sonra beyaz saçsakal wangçunwey, adamın üstüne, kocaman çivili bir döşeme düşürerek oracıkta ölmesine sebebiyet verir. Sanırım burda bayağı bir kan olacak ama dedik ya görüntüler çok karanlık, hiçbir şey görülmüyor diye. Yazık oldu sahneye! Polly hayranları merak etmeyin, onu unutmadık. Geliyorum az sonra inşallah, film izin verirse. Ölüm olayından sonra bir kere daha gizemli sepetşapkalı amcayı “Eğer Lohan Palm’ı bilen başka biri daha varsa onu bulup, ortadan kaldırmalıyız” derken görürüz. Aslında gayet güzel ilerliyor film de anlaşılmaz birşeyler var. Dur bakalım, hayırlısı. Yeniden beyaz sakallıylayız. Kılıcını kabından çıkarıp, Kuyunpong’la düelloya gittiğini karısı ve kızlarına söyledikten sonra ortadan kaybolarak, ki kısa süre sonra ölüm haberi evi yasa boğacaktır, en nihayet dakikalar sonra Lo Lieh’yi görme fırsatını izleyiciye bırakır. Lo Lieh’nin başı o aralar kendini öldürmek isteyen insanlarla çok yoğundur. Yalnız ne zaman teke tek dövüşe kalsa, Polly ortaya çıkarak onun yerine dövüşür. Bu dövüşler öyle normal dövüşler değildir ama yanlış anlaşılmasın. Oyun bozanlık etme, filmin en güzel bölümleri olan bu dövüşlerden birine birlikte bakalım;
Lo Lieh’ye, “dövüşü kaybedersen kellini alırım” diyerek meydan okuyan adamla, “Lo Lieh’nin yerine ben dövüşeyim ama kaybedersem sen yine onun kellesini alırsın” diyen Polly’i dengenin en önemli unsur olduğu top üzerinde çıplak ellerle dövüşürken görüyoruz.

Biraz atlayarak ilerledim ama geri dönersek, ak sakallının ölümünün ardından ailesi, intikamını almak için adam tutma arayışına girer. Bu esnada tesadüfen kung fusuna şahit oldukları Polly’e öneri getirdilerse de, Polly’nin, sanki daha önce Lo Lieh için dövüşüp, her dövüşten galip çıkan o değilmiş gibi “Benim Kung fum yeterince iyi değil, ama bu iş için daha uygun birini tanıyorum” diyerek Lo Lieh’yi önermesi manidardır. Cinsiyet açısından bakacak olursak ilk kertede “Olur mu canım böyle şey” diyerek kadın bünyeleri kızdırma potansiyeline sahip bu replik, böyle şeyleri hiç iplemeyen bendeniz için aslında Polly’nin ne kadar hinoğluhin, pardon hinkızıhin olduğunun göstergesidir. Zira öyle ya, başkasını kullanmak varken ne diye kendimi ateşe atayım. Neyse işte...
Ak sakallının kızlarından biri “Babamın katilini bul, kulun kölen olayım Lo Lieh” diye salya sümük (bak bu sefer çekinmeden sümük dedim. Size olmaz mı hiç arada bir, dilinize bir sözcük gelir ama ağzınızdan çıkaramazsınız bir türlü, işte öyle birşey, işte öyle birşey...) olayına girerek adamı kandırır. Birşey söyleyeyim mi bu film anlatmakla bitmez, gerçekten. Şöyle genel olarak toparlayayım bari (Acıdım sana canım okuyucu. Ya da olayın diğer yüzüyle bir kere daha “Yemedi di mi?” diye sorabilirsin, her daim izinlisin bunu sormak için).
1. Yanına her delikten çıkmayı başaran Polly’i de alan Lo Lieh, beyazsakallının intikamını almak için Kuyunpong’u bulmak üzere yola çıkar. Yol boyunca heyecanı hiç azaltmayan, fantastik sahneler bizi karşılayacaktır. Bunların en güzellerinden biri ölüm ve doğum adı altındaki iki odaya Polly ve Lo Lieh’nin ayrı ayrı yaptığı yolculuktur. Polly burda da Lo Lieh’ye kıyamamış, “Hadi sen doğum odasına gir bari” diyerek, niye olduğunu hiç anlayamadığım “ana şefkatini “ bir kere daha göstermiştir. Doğum odasına giren Lo Lieh’yi çalgıcı kadınlar karşılayıp, aklını zehirlerken, ölüm odasına giren Polly’i ise uzay yolunun kapılarını andıran otomatik kapılardan çıkan kungfucu hayaletler karşılar.
2. Ölüm ve doğum odasından kurtulan Polly ve Lo Lieh kan kardeşler(!), ne kan kardeşi, hafif sevgili olma yolunda ilerlemişlerdir, dışarı çıktıklarında bu sefer, Lieh’ye meydan okuyan bir budist rahiple karşılaşırlar. Rahip, inancından dolayı kellesini alamayacağını ama eğer kendi isteğiyle vermeyi kabul ederse, düello sonrası seve seve kelle paça yapabileceğini belirtir. Lütfetti kendisi. Yalnız “Of ne yenir biliyor musun şimdi!”. Ağaç gövdelerine yapılan saldırıdan ibaret olan bu düello’ya hızlı olan kazansın diyerek girilir. Biliyoruz Lo Lieh kazandı. Geçelim. Sıradaki!
3. Bu sefer karşılarına yine ormanda kafasındaki başlığıyla oğlan çocuğu imajı veren Budist bir rahibe çıkar. “Valla ben ‘hafif’ kung fu kullanıyorum. Yerse gel bir dövüşe tutuşalım” diye Lo Lieh’ye meydan okuyan rahibeye, bir kere daha “Yenilirsem onun kellesini alırsın ama ben dövüşüyem” diyen Polly cevap verir. Bir bambu dalının üzerinde tek ayak durmaya dayalı olan bu düelloda (bana bakma valla ne biçim düello diye, ben gördüğümü anlatıyorum) mimikleri ve tokalarından sonra, sivri dilini de sevdiğim Polly, hinkızıhinliğini bir kere daha göstererek, “Niye rahibe oldun ki? Et yiyemezsin, balık yiyemezsin. Hiç evlendin mi? Aa anladım, kocan senden sıkıldı ve terketti, sen de rahibe oldun di mi?” diyerek ölümcül lafını da soktuktan sonra rahibenin konsantrasyonunun çok afedersiniz içine ederek, düşmesine sebebiyet verir. İkinci düellodan da alnımızın akıyla çıktıktan sonra kısa bir ara verip bir iki şeye değinmek istiyorum. Bir; Polly’nin suratını adeta komik ötesi duruma getirmiş makyajına karşılık, rahibenin makyajsız ama sade süper yüzünün yarattığı kontrasa ve de düello sonrası Lo Lieh’nin rahibeye dönüp “Gördüğün gibi kung fu’da her yol mübah!” lafına. İşte hönk! olmanın tam yeri. Hırkız kung fucular. Bir kere o laf ninjalara ait tamam mı! (Kendime not: Ninja sevgim dağları taşları aşmış). Neyse...Sıradaki!
4. Son olarak karşılarına son derece prensipli bir adam çıkar. “Sadece üç koşul altında öldürürüm” diyen bu adamın 1. Rüzgar esmiyorsa, 2. Yağmur yağmıyorsa, 3. Adamı sevmediysem, olarak öne sürdüğü koşullar altında Polly manidar dilini bir kere daha çıkartıp şöyle karşılık verir; “ İş ölmeye gelince Lo Lieh de üç koşul altında ölmek istemez; 1. Rüzgar esmiyorsa, 2. Yağmur yağmıyorsa, 3. Ve ölmek istemiyorsa”. Söyleyecek söz var mı? Geçelim, sıradaki!
Aa! Herkes nerde? Ama daha yeni dördüncü sayfaya geçmiştim!
Bu filmin konusu nerde diye bana hiç sorma. Zira filmin adının 18 Jade Arhats (Budist heykelcikler) olduğunu söylemiştim değil mi? Lakin hepitopu 88 dakika süren filmin 55.dakikasına kadar bu arhatların lafı dahi geçmiyor. Geçtiği zamansa öğreniyoruz ki, Polly’nin babasına ait 18 adet Arhat’ın 9 adeti çalınmış. Bu hanım kızımız da heykelleri bulmak için dedektif olarak yollara düşmüş. Aman sanki anlamadın, beyazsakallı ve sepet şapkalı gizemli adamın aynı kişi olduğunu! Yazdım işte ne var! İşte heykelleri de bu amca çalmış. Beyazsakallının katilini bulma olayına ise hiç girmiyorum. Zaten olsa olsa olmayan katili bulmama olayına dönüşür ki o bile karıştırmaya yeter. Peşisıra, sanki Lo Lieh ile çok kollu Buda figürünün karşı karşıya kalmış hali gibi Lo Lieh ile aksakallıyı karşı karşıya getiren doyurucu bir final sahnesinden sonra, “Peki Lo Lieh ne ayaktı? diye soran okuyucuya “Okuduğun yeter. Sence de artık seyretmenin zamanı gelmedi mi?” diyerek son darbeyi de şöyle vuruyorum;
“Yönetmenin sadece üç filmi olduğunu baştan söylesem okumaya dahi tenezzül etmezdin belki okuyucu. Bu da sana attığım ilk, ama son olmayan kazık olsun! “
Gizemin kung fu ile harmanı! THE 18 JADE ARHATS (1978)
Y: Cheung Chieh (Ting Ping Film Company-Tayvan)
O: Polly Kuan (Vallahi cinsiyetten değil ama bu filmde övgüyü hakeden yegane kişi bence Polly Kuan. Pekin Operası eğitim olmamasına rağmen, kısa sürede taekwando, karate ve judo gibi savaş sanatlarında eğitim alarak, başarılar yakalamış, bir yıldız) , Lo Lieh, Chang Yi, Lung Fei, Ching Kuo Chung

Okuyucuya son not: Hiç "teknik" dövüşlerden bahsedemedik değil mi? Desene yer mi kaldı!
Boş işler bunlar...